4 Kasım 2013 Pazartesi

Bi Nevi Camping (Erikli)

Merhabalar.

Geç bir konu aslında ama İstanbul'daki motosikletten uzak zamanlarımda özlemimi gideren günlerden.. Biraz nostalji gibi.

30 Ağustos 2013 - Zafer bayramında bir günlük, kaçamak bir camping yaptık öylesine.

Üzerinden neredeyse 3 ay geçtiği için bazı detayları ve mekanları hatırlamakta güçlük çekebilirim, o yüzden şimdiden özür dilerim.

Motosikletlerimiz: 

Bende; Suzuki GW250 Inazuma (Yazının devamında hayvancağız olarak bahsedeceğimiz.)

Serhan'da; Kanunu Tiger 250.

Öncelikle rotamız şu olmak üzere yaklaşık 160 km gibi bir rakam gösteriyor. Ama bizim git gel, gezme, şehir içlerinde turlama ile sanırım bu rakam toplamda 350'ye ulaşmış olması lazım. Tam hatırlamıyorum. 




Aslında Havsa üzerinden değil de, Pehlivanköy üzerinden gidip Uzunköprü'ye bağlansaydık, yolu 30 km kadar kısaltacaktık. Ama hem biraz daha yol yapmak, hem daha düzgün asfalttan gitmek ve tam da hasat mevsimi başladığı için gideceğimiz köy yollarında bol miktarda traktör, biçerdöver ve kamyonlarla karşılaşma riskini göze almamak için daha uzun ve daha düzgün olan yolu kullanmayı tercih ettik. 

O yolda ortadan ayrık gidiş 2, geliş 2 olmak üzere temiz asfaltlı hatta ve hatta -yeni yapıldığından dolayı- otobandan bile daha kaliteli bir yoldu. Ortalama hızımızı 90 olarak belirleyip yola koyulduk. Arkadaşın motoru sebebiyle pek 95'i geçemedik. Ara ara 120 yapsak da.  İlk başlarda önde ben giderken yolun güzelliğine kendimi kaptırıp 140'lı hızlara çıkıp arkadaşı arkada bırakınca böyle ayarlayamacağım diyip, ben arkaya geçtim ve stabil hızlarla yolumuza devam ettik.
_____

29 Ağustos Akşamı.

29 Ağustos akşamı gece 00.00'da benzine zam geleceği haberini alan bendeniz, hızla motoruma atlayıp saat 23.30 civarı depomu fulledim ve sezonun son zamsız benzinini almış olmanın mutlulğu içinde, yol için hazırdım. Motosikleti park edip zinciri de Ipone sprey ile yağladıktan sonra eve çıktım ve toplanmaya başladım.



Ana yük olarak; (Aşağıdaki fotoğraflarda göreceğiniz üzere.) Bir adet 4 kişilik çadır, bir adet katlanır sandalye, bir adet mat, fotoğraf makinelerim ve çantası (top casede), yan çantalara koyduğum; yedek tişört ve eşofman, mini kamp ocağı, kamp ışığı vb. ıvız zıvırlar.

________

Gece neredeyse 2 ye kadar süren hazırlık, toparlanma, paketleme aşamalarıyla geceyi tamamlayıp uyudum. Amacımız -sanırım- saat 7 gibi benim yola çıkıp Babaeski'ye varmam, orada birer çorba içip en geç 8 gibi yola çıkmaktı. 

30 Ağustos Sabahı.

Amaaaaaa sabah 6.30 gibi uyandığımda büyük bir sürprizle karşılaştım. Akşamdan hava durumuna baktığımda 30 derecelerde açık ve güneşli bir hava olduğunu gösteriyordu. Sabah kalktığımda ise çiseleyen bir yağmur, hafif bir rüzgar, kapkara bir hava ve soğuk ile karşılaştım. Okkalı bir küfür salladıktan sonra arkadaşla irtibata geçtim. 

"Çıksak mı? Yağmur yağar mı? Hava böyleyse işimiz zor." Gibi şeylerden bahsederken "Lan gitmiycez deme tecavüz ederim sana" mesajını aldığımda bir korku ve titreme geldi.. Hemen eşyaları alıp hayvancağızın yanına gittim ve yüklemeye başladım. Yan çanta demirlerim olmadığı için çingene usulü beyaz kurdele ile sabitleyebildiğim kadar sabitledim yan çantaları.  ve yükledim. (Fotoğraftaki bir ayrıntıya dikkat edin, daha sonraki muhabbetlerde ne olduğunu açıklayacağım nihahaha  gerilim vererek sonuna kadar okutturacağım) Yükledikten sonra eve çıkıp üzerimi değiştirdim. İndiğimde yağmur dinmişti. Çok mutlu oldum.



Hava soğuktu, kararsız kalmıştım. Yazlık montu mu giysem? İçliğini çıkartıp kışlık montu mu giysem? Öğlene doğru havanın ısınacağı tahminin yürüterek yazlık montu giydim ve üzerine normalde giydiğim büyük beden yağmurluğu geçirdim.

Yola çıkmaya hazırdım. 



Babaeski'ye kadar, çıkıştaki ikilem ve kararsızlık yüzünden arayı kapatma hevesiyle, şu yüküne rağmen gık demeden 140'lara kadar çıktı hayvancağız. Aklımıza gelmediği için Havsa'ya kadar fotoğraf yok. 

Yanıma kompakt makinemi aldığım anca Uzunköprü'de aklıma geldi, ondan sonra ufak ufak fotoğraf çekmeye başladım. 

Babaeski'de vasat derecede bir tavuk suyu çorba içtikten sonra yola koyulduk. Havsa'ya girdiğimiz anda saygı duruşu sirenlerini duyuyorduk, güvenli duracak yer bulup, saygı duruşuna geçmeye çalışana kadar sirenler sustu ve şehir içinde gezmeye başladık, bir sabah kahvesi içmek için. Neredeyse bütün şehri turladıktan sonra hiç bir yer bulamayıp meydandaki boktan (Havsa'lı arakdaşlardan özür diliyorum  ) çay bahçesine oturduk. 

Hesaba katmadığımız şey ise, törenden sonra bütün "kodaman tayfanın" o çay bahçesinde toplanmış olacağıydı. Yaklaşık 10 dk'dan uzun süre beklememize rağmen kimse sipariş almaya gelmeyince ocağa gidip iki çay söyledim ve geldi. 

Hızlı hızlı çayları içip yola koyulduk, meraklı bakışlar eşliğinde. 



Güzel asfalttan keyifli keyifli yol amaya başladık, kulaklarımda Lynyrd Skynyrd eşliğinde. Hava'da hafiften ısınmaya başlamıştı. "İyi ki yazlık montu giymişim" dedim.

Uzunköprü'ye girdiğimizde "bari bu sefer güzel bir yer bulalım da adam gibi birer kahve içelim" amacıyla yine turlamaya başladık ama yine bulamadık.  Kapalı bir yola daldık, yeni atılmış bir asfalt üzerinde zifte bulanarak biraz gittik ve durduk foursquer üzerinden bi iki yer buluruz diye. 

Durmuşken de biraz fotoğraf çekilelim dedik, mezarlığa karşı.



Benim hayvancağız.



Serhan ile onun hayvancağızı.



Belediye işçisi style ben ve hayvancağız.



En son vazgeçip yola çıkmaya çalışırken yaklaşık 10-15 dk boş boş turladıktan sonra, aradığım cafeleri buldum ama "içmiyoruz lan yeter Keşan'da içicez" diyerek es geçip yola devam ettik. 

Havsa'dan çıkarken dedim yolda biraz fotoğraf çekeyim. İlk poz niye böyle saçma sapan oldu bilmiyorum. 



Havsa yolları taştaaan biz çalışıyooz çıkmaya buuurdan.



Uzunköprü'nün olmazsa olmazı vizöre yapışan sineklerimle pHeNnn xD



Yollar genelde bu tarz. Düz giden, geniş, keyifli bir asfalt. Racing'çi kardeşlerimiz için biçilmiş kaftan. 



Serhan'ı da kadraja alıp, güzel bir yol fotoğrafı yapmaya çalıştım.



Yolu görünce acıcık gaz açalım dedik yav. Arada lazım. 



Havsa'ya yaklaşırken benzinliği görünce arkadan selektör ve korna ile depomun dolduğunu işaret ettim. Dolu mesane ile motosiklet kullanmak çok sıkıntı var ya. Ne konforlu gidebiliyorsun, ne adam gibi viraj yapabiliyorsun, idrarın ağzından gelecek gibi oluyor.
Ufak bir çiş molası rahatlattı beni. Küçük şeylerle mutlu olmak gerek. 

Tabi çapırın rahatlığı var, arkasına da uyku tulumlarını koydu, bir de sırt çantası taktı.. Yolda sırtını dayayıp üçlü koltukta yatar gibi gidiyor eleman.



Şey hacı, şu an duruyoz ha. Öyle bi triplere girmişsin ama..



hAbHeRrsHhiZz ChHeKhHiMmm xD fHoRr yHoqQ bHeeEn qHeCcH xD



Neden bilmiyorum, arkadaşlar "şu kaskı takınca seni evlatlık almak istiyorum" diyorlar.



Ufak bir çiş molası ve serin bir şeyler içtikten sonra yola devam..



Keşan'da Migros'un önünde duruyoruz. Önce markete gidip bana uyumak için bi iki yastık almak amacımız. Ama tek bulabildiğimiz bu lanet koltuk minderleri. 



Sonra oradaki kıyafet için olan alışveriş yerlerinin ortasındaki cafeye oturup birer kahve içiyoruz nihayet.. (Demiştim fotoğraftaki ayrıntıya dikkat edin diye.) Tam oradayken bir telefon alıyorum annemden; "nerdesiniz, ne yaptınız?" diye başlayan. Sonra "evin önünde xmax'ın üzerinde bi siyah çanta, bi de sarı ilk yardım çantası unutmuşsun. Komşu almış onları haberin olsun.." (Dediğim fotoğrafta arkadaki motosikletin üzerine bakarsanız, bir adet sarı ilk yardım çantası, altında da siyah çanta var.)

O an kafamda önce siyah çantayı canlandırdım, ardından ağzımdan çıkan hafif bir "hssktr" fısıltısı.. Ruhsat onun içindeydi. RUHSATSIZIM şu an. O kilometreye kadar rahat geldiğimiz yol bi anda sonrası korku dolu oldu benim için. Ya polis çevirmesi olursa? S*çarlar ağzıma yeminlen diye..

Neyse; "Kaderde varsa düzülmek, neye yarar üzülmek." diyerekten yola devam ediyoruz.

Park ettiğimiz yerde bizim motorların arasında gezinen ve onları dikkatle inceleyen bir zengin piçi tipli çocuğu uzaktan kesiyoruz. Gidonlara falan dokunuyor, hoşuna gitmiş olacak motosikletler..

"Bak şimdi napıcam" diyor arkadaşım. Ve motosikletinin uzaktan kumandasını çıkartıp önce alarmını aç kapa sesi olan "vik vik" sesini birkaç kez yapıyor. Çocuk bi an afallayıp etrafına bakınıyor. Henüz bizi fark etmiş değil. Yine incelemeye devam ediyor motosikleti. Arkadaşlarına ve ailesine "baksanıza nasıl yüklemişler" der gibi gösteriyor hayvancağızları.

O anda bitirici darbeyi yapıp, uzaktan çalıştırma tuşuna basıyor arkadaş. Bi an bi korkup sıçrıyor olduğu yerde, bir kaç adım uzaklaşıyor. Sonra bizle beraber o da gülmeye başlıyor. Uzaktan bizi farkedip.

Neyse, biraz da eğlenceden sonra, "umarım çevirme falan olmaz" diyerekten yola devam ediyoruz. 



Ha unutmuşum. Bu da arkadan görüntüm. Millet vekili plakası gibi plakam var gerçi durdurmaz polisler.  Beyaz kurdelelere de dikkatinizi çekerim. 



Neyse efenim Erikli'ye vardık nihayetinde. İlk vardığımızda aslında aklımızda campinge girmek yoktu. Güzel bir ağaç altı bulup, denize sıfır doğal hayat yaşamaktı asıl amacımız. 
Maalesef doğru düzgün ağaç olmadığından mecbur campinge doğru yol aldık. İlk girdiğimiz yer yüksek bir fiyat verdiğinden yanındaki arkadaşın tanıdığı olana yöneldik. Onla da -sanırım- çadır başı 20 TL olarak anlaştık, duş+tuvalet falan. Sezon olduğu için fiyatlar biraz yüksek tabii.. 

Zemin kum üzerinde saçılmış çam yapraklarıyla dolu, nasıl kaydığını siz hayal edin. Çadır yerimiz de biraz ortalarda olduğundan bata çıka, yanlaya yanlaya gittik. 

Muhabbetle sohbetle bizim otağı kurduk, iki çadır ile yeni bir medeniyetin ilk adımlarını attık.



Aha bu benim otağ.



Bu da Serhan'ın.



Sonra efenim kurduk, biraz bi şeyler alalım dedik. Apaçilik yaparak mevkiyi turladık, bakındık, denize girecek yer aradık. Markete (A-101) uğrayıp kahve, su, bardak, ıslak mendil falan filan aldık.

Afedersiniz çük kadar bir kamp ocağı almıştım Kipa'dan. Şöyle kurulduk falan.



Önce bir bardak ılık su ile kahve yaptık. Sonraki biraz daha kaynaktı ama üçüncü bardak için su ısıtırken gazı kapatılan küçük tüp gibi çıtırt etti ve söndü kerata. 

Meğersem üç kullanımlıkmış. Böyle iyice siper etmek falan gerekiyordu.



Tabi bu kadar uğraş müziksiz olur mu? Şüphesiz ki olmaz..

Şüphesiz ki biz onu müzik dinleyelim diye yarattık.

Fakir işi hoparlörümüz şöyle bir şey oluyür. Gayet iş gördü orası ayrı.



Bu da "Huzur.." ismini verdiğim çalışmam.



Sonracıma efenim.. Gittik akşam üstü bir güzel denize girdik, tabi döt biraz dondu. 

Haa unutmadan öncesinde Migros'ta durduğumuzda rahat olsun diye deniz yatağı bakmıştım ama fiyatı 30 tl olunca "ne gerek var lan" dedim. Deniz dönüşü bi satıcıya sorduk, Migros'takinden daha kaliteli ve büyük olan deniz yatağına 10 TL dedi. Biz de iki tane aldık, arkadaşın getirdiği yatağı patlak çıktığı için. Neyse efem, duj falan yaptık, aldık bunu şişik olarak yerleştirdik. Akşam çıktık gezdik, yedik, içtik, boş boş gezdik, kızlarla kesişmeler, imalı bakışlar falan. Tabi yazlıkçı hanımlardan ne bekliyoruz ki?  

Sonra aldık 2 şer arpa suyu, tıpış tıpış çadırlara döndük. Yorgunluğu atıp, muhabbet edip yattık.

31 Ağustos Sabahı.

Normalde çadırda kalanlar bilir hele böyle yaz günlerinde 6-7 gibi uyanmak zorunda kalıyordunuz.. Sabah güneşi vurup içerisini sauna gibi yaptığından nefes alamazdınız. 

Ama bizde öyle olmadı cicim. Bi kalktık saat 11 falan. "Ne uyumuşuz beaa" diye gerine gerine, osura osura çıktık çadırlardan. 

"Denize girelim mi lan?" diye birbirimize baktıktan sonra amaan "hava kötü zaten boşver" diyerek kahvaltı yapmaya gittik. Çok güzel börek yapan bi dayı bulduk, yerini hatırlamıyorum ama muhteşemdi..

Neyse efenim, normalde çıkış saati 12.00'ydi. Fakat tanıdık olduğu için saat sorunu yapmadı bize adam. 

Biz de sallana sallana toplamaya başladık çadırlarımızı.



12.30 gibi Camping'le vedalaşıp, kahvaltı üzerinde birer Türk Kahvesi yapalım diyerekten denize nazır bir mekana oturduk. Bir orta kahve, bir sade soda söyledim. 

Direk yemek tabağında getirseydin hacı? diyerek tepkimi verdim. Gelen kahve ahanda şu;



Kahveyi içtikten sonra kapının önünde bekleyen hayvancağızlarımıza baktık, hazırdılar. 



Depoları doldurup yola koyulduk. Dönüş burukluğu ile durmadan, fotoğraf çekmeden yola koyulduk. Tabii yusuf yusuf, ruhsat yok.. 

Keşan'da aynı yerde oturup birer kahve içtik. Uzunöprü'ye doğru yollanırken. Arkamda bir adet R1100 gördüm beyaz renk, beyaz kask.. Arkadan hızla yaklaşıyordu. Aha dedim, "sıçtık polis." Yandan yaklaştı, baktı selam verdim. O da selam verdi. Önüme geçti. Plakaya baktım 17. "Ne alaka lan?" diye düşünürken sol eliyle dur dur işareti yaptı. İkinciye "noluyoz lan?" diye düşünürken indi geldi yanıma. "Merhaba" dedi "plakaları görünce durdurdum." Ben de Kırklareli'liyim dedi. "Heee şimdi anlaşıldı" dedim. "Sizi de yolunuzdan alıkoydum kusura bakmayın" dedi. "Yok estağfurullah" muhabbetlerinden sonra. "Vaktiniz varsa birer çay içelim bi yerde" dedi. "Zaten Uzunköprü'de duracaktık, orada içelim" dedim anlaştık başladık sürmeye.

Yine kaybolduk Uzunköprü içinde, sonra meydandaki çay bahçesine girdik. Bülent abi ile tanışıp sohbet ettik. "Yolculuk nereye?" dedi, "Lüleburgaz'a" dedim. "Ben de Kırklareli'ne" dedi. Havsa'da ayrılırız beraber sürelim dedi. Harika olur dedim. Başladık sürmeye..

Tabi bizim tempomuz onun 1100 (1150 miydi lan yoksa?  ) lük motosiketine yavaş geldiği için, malum hararet problemleri.. Ara ara gaz açıp sonra yavaşlayarak yol verdi. Ben de geçerken ölümsüzleştireyim dedim, rastgele nişanlamadan çekilen bir kare..

Ayarlasam bu kadar düzgün kadraj yapamazdım herhalde.  İşte Bülent abi ve onun polis motorlarından çıkma, tamamen sıfırlanmış mükemmel motosikleti. 



Neyse efenim, keyifli bir sürüş ardından Havsa sapağında bizden ayrıldı. Kornalarla güle güle dedikten sonra Havsa'ya uğramadan tam yol ileri Babaeski'ye doğru yollandık.

Ama hava biraz tatsız sanki?



666 tamamen tesadüf  (6. vites, 66 km/h hız.)



Belki de bir işaretti bu.. Tam Havsa'da ayrıldığımız sırada viraji döner dönmez koca 4 şeritli yolun ortasında koyun sürüsüyle karşılaştık! Bayağı bildiğin koca bir sürü.. 

Koyunlar, çoban ve çoban köpeği.. Ani frenlerle yavaşladık ve yavaşça aralarından geçtik..

Vizörü açıp "ben senin zürriyetini..." diye başlayacakken. "İşi lan adamın, napalım böyle kabul edeceğiz." diyerekten devam ettik yola.. O anda fotoğraf çekmek için fırsatım olmadı maalesef..

Babaeski'ye yaklaşırken "Babaeski'de bi şeyler içelim mi la?" demek için durduk "Heaa olur." diyerek döndük Babaeski'ye.



He işte şu tarz bir yoldu bütün yol. Şöyle bir yolda giderken bir anda önünüze koyun sürüsü çıktığını düşünün.. 



Velhasıl kelam Babaeski'ye girdik. Biraz turladık bi yere oturduk içtik bi şeyler, yorgunlukla..

Çektik hayvancağızları da nah böyle.



Neyse efem içtik, ettik.. Arkadaşın yol bitti. Benim daha 20 küsür km var.

Şöyle Tiger'ın doluluk oranını gösterelim.:



Şapka olmazsa olmazlardan..



Bi de iki yüklü hayvan yan yana.



Neyse efenim, bütün yol yavaş gittik, tabi damarlar dolmuş. Azcık basayım dedim son 20 km'de.. Ama tabi sakın öyle bir şey yapmayın. Ben bi anlık salaklıkla yaptım. Çünkü kazalar genellikle hep gezinin son anlarında, bildiğin yollarda olur. Son 20 km bi yere patlamadığım için çok şanslıyım. Ortalama 120-140 km hızlarla biraz salaklık yaptıktan sonra Lüleburgaz'a daldım. Çarşı içinde ufak bi tur ve yiyecek bi şeyler aldıktan sonra eve döndüm. 

O değilde hava bi anda nasıl karardı lan? Çarşıya girdiğimde daha aydınlıktı.

Son halimi fotoğrafladım. Sol ön çaprazdan.



Tam önden.



Burada sağ önden baktığınızda matın üzerinde bir adet poşet var. İçinde peçete falan olan. Bütün yol onunla oynadım ben. Normal giderken arkaya doğru savruluyor. Sol kolumu havaya kaldırınca durup aşağıya sarkıyor. Kolumu indirince yine savruluyor arkada.. 

Böyle eğlendim işte ben. Ben deli değilim! Ben Napolyon'um!

Sağ ön çaprazdan.



Tam soldan.



Sol arkadan.



Tam arkadan.



Sağ arkadan.



Masa örtüm ve şapkam olmadan asla!
Tabii kamp fenerim ve ufak telim de çok tatlı duruyor.

Tam sağdan.



Ve böylece geziyi sonlandırmış oldum..

Eğlenceli, dinlendirici ve aynı zamanda yorucu bir gezi oldu. Sonra hayvan gibi uyudum tabii ki.. 

Gezi sonunda motosikletim 5000 km'yi aşmıştı. 5000 km'yi yaklaşık 2,5 ayda yapmıştım. En uzun gezimiz de Altınoluk'tu. 

Sonraki bir kaç gün içinde yine yollandım ve 5000 bakımını Tekirdağ'da yaptırdım.



Sağlıcakla..

Haa yazının başında top casein içine koyduğum fotoğraf makinesi çantasını hatırlarsınız? Eve döndüğümde onu çantadan bile çıkartmadığımı fark ettim.. Boşu boşuna getirip götürdüm veledi..

Arca Diril